Bu zamana, bu yaşınıza kadar hayatınızda birçok olumlu, olumsuz, arzu edilen -edilmeyen şey yaşamışsınızdır. Hiç ummadığımız şeylerle karşılaşıp, şaşırmış olabilirsiniz. Mesela en yakını, en günceli Covid-19 gibi. Tam olarak ne olduğu, neye benzediği bilinmeyen görünmeyen bir virüs, bilim kurgu filmlerini andıran bir hayat yaşattı ve hala belli düzeyde yaşatıyor. Bu kadar süre hayatın içinde olacağını, yaşanacakların bu kadar ileriye gideceğini belki hayal etmediniz. Özellikle ilk zamanlar tüm rutinler, ilişkiler, çalışma ve eğitim biçimi agresif bir şekilde değişti. Form değişikliğine uğradı. İlişkiler hem uzak hem de bir o kadar yakın oldu. Aynı ev içindeki kişilerle hiç olmadığı kadar yakın ve çok vakit geçirirken; ev dışındaki kişiler ile bağlar da bir o kadar uzaklaştı. Ev her şeyin yapıldığı bir çatı haline geldi. Aynı mekan iş, oyun, dinlenme, yemek, spor ve kimi için de terapi odası haline geldi. Zaman hem kısaldı hem uzadı. Bir yere ulaşmak için geçirilen zaman, evde işe harcanan zamana eklendi. Tüm bu değişiklikler insan algısında bir nevi bozulma, bükülme yarattı. İnsana iyi gelen, insanı onaran tamir eden rutinlerde, ritüellerde bozulma oldu.
Bu bozulma ruhsallıkta travmatik bir etki yarattı. Travmatik duygular ile eve kapanan kişi “virüs”, “bulaşma”, “ölüm”, “yayılma” gibi kavramların yaratmış olduğu çağrışımlar ile kendi bireysel meselesine - kendi ruhsallığına biraz daha yaklaşmak durumunda kaldı. Yani evde olmak/kapanmak/izole olmak en temelde neyin yokluğunu, neyin eksikliğini çektiğini ya da hangi giderilmeyi bekleyen yüksek ihtiyacı dizginlemeye çalıştığını; ruhsallığında ne ile mücadele ettiğini hissettirir oldu. Bu dönemde ruhsallık açısından bir süre keyfi yerinde olan kişiler obsesif kompulsif özellikler ile paranoid özellik gösteren kişiler oldu. "Bakın işte biz haklıyız, haklıymışız. Dünya tam da bizim dediğimiz gibi bir yer işte!" dediler. Fakat genel olarak depresyon ve kaygı hali arttı. Çünkü bir belirsizliğin içinde yaşamak insanoğlu için her zaman acı verici bir deneyim olmuştur. Belirsizlik kaygıyı arttırır.
Eve kapanma ile depresyon ve kaygıda artış oldu. Çünkü kayıp duygusu – boşluk duygusu ister bilinç düzeyinde olsun ister bilinçdışında çokça hissedilir oldu. Kayıp duygusu ruhsallık için ağır bir yüktür. İyi yönde bir değişiklik yaşadığında da kayıp duygusu hissedilir. Ardında bırakılan bir şey vardır çünkü. Covid-19 ile eve kapanınca somut maddi, manevi kayıplar yaşandı. Hayata giren “sosyal mesafe”, “izolasyon”, “maske” kavramları da boşluğu, yokluğu, kaybı hatırlatır nitelikte oldu. Sevdiklerini, yakınlarını kaybedenler, yakınlarından uzak kalanlar, ekonomik açıdan kayıp yaşayanlar, sosyal kimlik kaybı yaşayanlar oldu. Dışarıda olmak, bir işte olmak bir kimlik sağlıyordu. Evde olmak sadece “ben” olmaya yol açtı.
İlişkilerdeki, sosyal hayattaki kayba ek doğa ile temas da azaldı. Nasıl ki sosyal varlıklar olarak bir insana ihtiyaç duymak çok anlaşılır bir ihtiyaçsa; canlı olan doğa ile de bağ içinde, ilişki içinde olmak çok anlaşılır. Pandemi öncesinde de doğa ile birlikteliği azalan insanoğlu, özellikle büyükşehirlerde “betonu” izler oldu. Pandemi döneminde de çevre ile olan ilişkisinde en temelde neyin eksikliğini çektiğini fark etti. Doğaya, yeşile, bitkiye özlem ev seçimlerini etkiler oldu. Öte yandan pandemi döneminde en fazla satış yapılan şeyler arasında bahçe ürünleri olduğunu düşünülürse ruhsal ihtiyaçlar satın alma davranışını şekillendirmiş olabilir.
Bağ kurmak, ilişki kurmak ve temas halinde olmak dünyaya gelinen ilk dakikadan itibaren giderilmek istenen en birincil, temel, en erken dönem ihtiyaçtır. Bakım veren (anne ya da bebeğe en yakında bakım veren kişi) bebeğin bu ihtiyacını gideren, fiziksel ve duygusal ihtiyaçların takibini yapan kişidir. Bebek ve bakım vereni arasında kurulan bu bağ, ilişkinin şeklini, biçimini ve yetişkin olunduğunda dünya ile kurulan ilişkiyi şekillendirir. İlişkiler, insanlar güvenilir midir? Doyurucu, besleyici ilişkilere yönelik inanç kuvvetli midir? Yoksa yakın olmak, bir ilişki içinde olma kaygı verici ve korkutucu mudur?
Tam bu nokta bağ kurmanın, ilişkilerin öneminden bahsetmişken yeme davranışının ve obezitenin nasıl şekillendiğinden bahsetmek iyi olabilir.
Meme ve anne sütü, anne ve çocuk arasındaki ilk sevgi unsurudur. Asıl mesele emzirmek ya da emzirememek değil; besleme davranışı, göz teması üzerinden kurulan ilişkidir. Burada ruhsallığın temelleri atılmaya başlanır. Emzirme ile, besleme davranışı ile bebek ve anne arasındaki ilk bağlar kurulur. Bebek ve anne arasında bir iletişim oluşmaya başlar. Özellikle hem bu dönemin hem de temel insani ihtiyaçların özü sevilmek ve reddedilmemektir. Etkileşim içinde olmak ister insan. Sevildiğini, görüldüğünü, duyulduğunu ve kabul gördüğünü hissetmek ister. Tüm bunlar üzerine inşa edilen bağlar, kişinin hem kendi ile hem de diğer insanlarla güvenli bir ilişki kurmasının yolunu açar. Fakat bazen normal şartlar altında olması gereken olmaz/gerçekleşmez ve bazı durumlarda çocuk ebeveyne ebeveynlik yapmaya başlar. Ebeveynin duygusal ihtiyaçlarını gidermeye, onu iyi etmeye çalışır. Evi her açıdan çekip çevirmeye çalışır. Ailede arabulucu, dengeleyici rolünü üstlenir. Tüm bunları aslında - farklı bir yolla da olsa- sevgi ihtiyacını, onay ihtiyacını karşılamak için yapar. Bu çocukken yetişkinmiş gibi hissetmesine sebep olur. Fakat gördüğü ve deneyimlediği ne yaparsa yapsın yetmediğidir. Ne ailesine bir şeyleri yettirebiliyordur ne de bu yolla kendisinin duygusal ihtiyaçları tam anlamıyla gideriliyordur. Bu durumda yemeğin keşfi kurtarıcı olur. Çocuk özellikle lezzetli, kalorili şeyler yedikçe sakinlediğini, mutlu, huzurlu hissettiğini ve anlık da olsa içinde bir şeylerin dolduğunu-tamamlandığını hisseder. Bu durum yetişkinliğe gelindiği zaman duygusal yeme davranışına ya da tıkınırcasına yeme davranışına dönebilir. Obezitede büyük duygusal yokluk, aşırı yemek ile giderilmeye çalışılır. Fakat boşluk duygusu, kaygı ve depresif duygular orada örtük bir şekilde de olsa var olmaya devam eder.
O zamanın çocuğu ve bugünün yetişkini, olaylar karşısında ne hissettiğini tanımlayamayan, duygusuna isim veremeyen, duygusunun söylemiş olduğu ihtiyacı bilemeyen, hissettiğini regüle edemeyen, kendine ve hayatına yemek ile mesafe koyan biri haline gelir. Çünkü ne hissettiğine bakarsa," ben ne deneyimliyorum" ve "bana ne oluyor" derse duygularla karşılaşacaktır. Duygularla baş edebilmek adına yemek bir savunma mekanizması gibi kullanılır. Duyguları ve psikolojik ihtiyaçları bu şekilde yaşamayı öğrenen yetişkin, çocuğu ile olan ilişkisinde de benzer bir tutumu sergileyebilir. Çocuğunun deneyimine duygu ismi veremeyebilir. Çocuktan gelen duygusal malzemeyi işleyemeyebilir. Bu nedenle obezite bir yönüyle nesilden nesile aktarılan psikolojik bir durum haline de gelebilir.
Pandemi döneminde yemek ile uğraştaki bu artış kimileri için köklerini buradan aldı. Çünkü ruhsallıkta içsel ve dışsal çatışmalar arttı, kayıplar arttı. Yoksunluk duygusu kendini iyice hissettirdi. Yemek yapmanın ve yemenin konforlu hissettirmesi tüm bu olumsuz duygulara karşı bir kalkan görevi gördü. Yeme davranışındaki anormallik, duygusal dünyaya dair bir semptomdur kimi zaman. Yeme davranışı ile bedendeki değişiklikler ile kendini belli etmeye çalışır. Pandemi ile kaygı, korku ve çaresizlik hisseden kişiler duyguları dizginlemek adına belki de yemeğe yöneldiler. Pandemi ile bağlardaki, ilişkilerdeki kayıp duygusu bu şekilde giderilmeye çalışınılmış olabilir. Fakat bazı soruların es geçilmiş gibidir. Mesela "Ne hissediyorum?", “Dışarıda olan tüm bu şeyin benim için anlamı ne? Olanlar bende ne çağrıştırıyor?”, “Duygularımı dikkate alıyor muyum, yoksa yokmuş gibi mi yaşamaya çalışıyorum?" soruları gibi...
Bugün “Ne hissediyorum?” ya da “Ne hissediyorsun?” sorularına en sık verilen cevap "Stresliyim”. Her türlü olumsuz duyguyu tanımlamak için stresliyim deniyor. Halbuki o "stresliyim” bazen öfke, bazen hayal kırıklığı, bazen de engellenmişlik duygusu olabiliyor. Stresi netleştirmek böylece asıl duygusal ihtiyacı netleştirmek oluyor. Her duygunun söylediği ihtiyaç birbirinden farklı olabilir. Kimi zaman insanlar yeme isteklerinin sebebi olarak "Canım sıkıldı tamamen. Farklı bir sebebi yok" derler. Sıkılmak da o an yapılmakta olunan aktiviteden farklı bir şeye geçilmesini söyleyen bir uyarıdır. O an ki hakiki duygunun ne olduğunu tanımlayabilmek için zihni “şu ana” getirmek gerektir.
Pandemi, kayıplar, bağlar ve ilişkiler, yetişkin insanın kendine ve kendi duygularını yaşama biçimine getirdi son noktada. Yaşanılan şeyler, hissedilen tüm olumlu olumsuz duygular özünde ne kadar da” insan olunduğunu” hatırlatan şeyler. “Öyle hissetmemeliyim, bu benim başıma gelmemeli” gibi insanüstü atıflar ruhsallığı daha çok zorlayabilir. Yaşam kendi içinde acı deneyimleri ve duyguları barındırmaya devam edecek. Öncesinde de olduğu gibi. Kendinize merakla, anlayışla bakmanız dileği ile…
ความคิดเห็น